BBC’nin hazırladığı ve yayınladığı, mutlaka okunması gereken 13 faydalı makaleyi sizin için derledik. Bu 13 Makale Gelecekte gıda sektörü böceklere mi dayanacak? Neden ve nasıl arkadaş seçeriz? Bilgi yüklemesinden korkmak gerekir mi? gibi soruları yanıtlıyor…
Gelecekte gıda sektörü böceklere mi dayanacak?
Kararmış meyve parçalarının ve kokmuş etlerin üzerini sarmış milyonlarca larva çoğu kişinin iştahını kaçıracak bir görüntüdür. Ama bu sinek yavruları yakında besin zincirine girerek masamızdaki yerini alacağa benziyor.
AgriProtein adlı Güney Afrikalı şirket, deneme üretimi yaptığı bu alanda dünyanın en büyük sinek larvası çiftliğini kurmak için bir yıl önce faaliyete geçti. ABD, Fransa, Kanada ve Hollanda’da da tavuk, domuz ve balık besini olarak geniş çaplı böcek üretimine geçiliyor.
Geçen yıl Haziran ayında Hollanda’da yapılan Dünyayı Besleyecek Böcekler konferansına yüzlerce insan katılmıştı. Katılımcıların çoğu, yakın zamanda çiftlik hayvanlarını beslemede tahılların ve soya fasulyesinin yerini böceklerin alacağına inanıyor.
Tavukların arada bir börtü böcek yediği oluyorsa da ilk kez geniş çaplı olarak çiftlik hayvanlarına besin olarak böcek yedirilmesi planlanıyor. Peki, insanlar kendi besin ürünlerinin böceklerle beslenmiş olması fikrine hazır mı?
Neden ve nasıl arkadaş seçeriz?
Ünlü yazar CS Lewis, “‘Ne! Sen de mi? Bir tek benim sanıyordum’ dediğimiz anda başlar arkadaşlık,” diyordu. Aynı şekilde Yunan düşünür Plato da “benzerlikler arkadaşlıkları doğurur” demişti M.Ö. 360 yılında. Aristo benzer bir yorum yapmıştı: “Kendimize benzeyenleri sevdiğimiz söylenir.” Düşünce ve zevk paylaşımı üzerinde yeşeren arkadaşlıklar içgüdüselmiş gibi görünür; fakat bu aldatıcıdır. Çoğu arkadaşlıklar aile üyelerinin ve eşlerin dışında gelişir. Yani arkadaşlık genetikle ya da neslini devam ettirme amacıyla açıklanamaz. Tersine evrimci biyologlar arkadaşlığı karşılıklı faydaya dayandırıyor. Yani ‘sen benim sırtımı kaşırsan ben de seninkini kaşırım’ anlayışına. Fakat sosyal psikologlar, insanların arkadaşlarına ettikleri ve arkadaşlarından aldıkları yardımın çetelesini tutmadığını ortaya koydu. Primatolog Joan Silk bu durumu şöyle ifade ediyor: “Karşılıklılık ve eşitlik arkadaşlar arasında önemlidir; fakat her şeyin ille de aynı şekilde karşılığının aranması anlayışı yakın arkadaşlıkların kurulmasına ve sürdürülmesine aykırıdır. Eğer bu çelişkili durum gerçekten de doğruysa arkadaşlık evrim analizcileri için büyük bir bilmece oluşturuyor.”
Evrimle ilgili diğer konularda olduğu gibi bu konuda da hayvanlar alemine bakmak ipuçları verebilir. Fransız köpekbalığı uzmanları, köpekbalıklarının aynı alanlara toplanmasının sosyal bir açıklaması var mı, yani arkadaşlık sonucu mu, yoksa bu bölgelerde yiyecek bol olduğu için mi olduğunu araştırdı.
Bazı köpekbalıklarının belli köpekbalıklarının yanında olmayı tercih ettiğini ve bu arkadaşlıkların uzun zaman devam ettiği, bazılarının ise diğerlerinden uzaklaşmak için yollarını değiştirdiği görüldü. Coğrafi ya da bölgesel yakınlık bu arkadaşlıkları açıklamaya yetmiyordu.
Daha büyük beyne sahip yunus balıklarında ise primatlarda olduğu gibi iki dereceli sosyal hiyerarşi söz konusu. İki-üç üyeden oluşan erkekler grubu, dişileri diğer erkeklerden korumak için ittifak kuruyor, bu şekilde oluşmuş birçok grubun yer aldığı daha kalabalık gruplar ise diğer grupların dişilerini çalmak için oluşturuluyordu. Her iki grupta yer alan erkekler birbiriyle akraba olduğundan bu tür işbirliğinin nedeni genlere dayandırılabilir.
Bilgi yüklemesinden korkmak gerekir mi?
1971’de yayımlanan The Futurist adlı dergideki bir makalede, ortalama bir kentte artık altı televizyon kanalının olduğu belirtiliyor, fakat gelecekte bu sayının 100’e, hatta 200’e tırmanabileceği uyarısı yapılıyordu. “Bunun sonu nereye varacak?” diye soruluyordu yazının sonunda.
Bilgiye her an bağlantılı olduğumuz bugün bu sayılar komik geliyor. Fakat aşırı bilgi yüklemesi her kuşağın sorunu gibi görünüyor. Tarihe dönüp bakarsak kitap basımına da internetin ortaya çıkışına da din adamları da politikacılar da aynı tepkiyi göstermişti: Artık daha fazlasını kaldıramayız; insanlık kapasitesinin sonuna ulaştı.
Televizyon, radyo, uygulama programları, e-kitaplar, internet hayatımızda öyle stres ve endişe yaratıyor ki artık kontrol bizde değil, makineler kazandı kanısı doğuyor. Peki, gerçekten de öyle mi?
“Aşırı bilgi yüklemesi” kavramını anlamak için yazar Alvin Toffler’in 1970’te yazdığı Gelecek Korkusu – Şok adlı kitaba bakmak gerekir. Burada yazar “geleceğin erken gelmesinin yol açtığı baş döndürücü yönelim bozukluğunun yarının en önemli hastalığı olacağına” dikkat çekiyordu.
Toffler’in 1970’lerde altı milyon adet satarak uluslararası ün kazanmış bu eseri belli ki dönemin bir kaygısına parmak basmıştı. “Nasıl ki beden aşırı çevresel uyarı altında çöküyorsa, aşırı yükleme durumunda zihin ve karar alma süreçleri de intizamsız davranmaya başlar,” diyordu.
Bir röportajında Amerika’da insanların hoşnutsuzluğundan, panik havasından, kontrolün kendilerinden çıktığı korkusundan söz ediyordu.
Hafızanın sınırı var mı?
Hafıza kartı dolduğunda daha fazla fotoğraf kaydedemeyen dijital fotoğraf makinelerinin tersine insan beyninin kaydetme kapasitesi hiç azalmıyor gibidir. Fakat insan beyninin sınırsız kaydetme yeteneğini algılamak zordur.
Nörologlar uzun süre beynin kapasitesini ölçmeye çalıştı. Ancak hafızasıyla inanılmaz şeyler başaran insanların bilişsel becerileri şaşırtıcı sonuçlar sunuyor.
Çoğumuz bir telefon numarasını bile ezberlemekte zorluk çekeriz, kaldı ki binlerce rakamlı bir sayıyı hatırlayalım. Fakat 24 yaşındaki üniversite öğrencisi Çinli Çao Lu, 2005’te pi sayısının 67.980 rakamını ezberleyerek dünya rekoru kırmıştı.
Bazı dahiler ise isimlerden, tarihlere, en ince detaylı karmaşık görsel bilgilere kadar her şeyi akılda tutabiliyor. Nadiren sağlıklı insanların bir kazadan sonra bu hale gelmesi de söz konusu olabiliyor. 10 yaşındaki Orlando Serrell, beysbol sopasıyla kafasının sol tarafına aldığı darbenin ardından sayısız araba plakası ezberlemeye, onlarca yıl öncesine ait bir tarihin hangi güne denk düştüğünü söylemeye başlamıştı.
Renkler davranışımızı etkiler mi?
Odalarımıza doğru renkleri seçmek için çok uğraşırız. Hastaneler temizlik ve hijyen hissi vermek için beyaza, hapishaneler saldırganlığı azalttığına inanıldığı için pembeye boyanır.
Renklere atfedilen bu özellikler Batı kültürüne aittir. Peki renklerin gerçekten de davranışlar üzerinde herhangi bir etkisi var mıdır?
Bu konudaki araştırmalar karmaşık ve bazen de çelişkili sonuçlar veriyor. Üzerinde en çok çalışma yapılan kırmızı renk genellikle mavi ve yeşille kıyaslanıyor. Şu kuram ileri sürülüyor: Yaptığınız herhangi bir işi belli bir renk ortamında yapıyorsanız zamanla o rengi belli bir duygu veya davranışla ilintilendirmeye başlarsınız.
Örneğin okul hayatınız boyunca öğretmenin kırmızı renkle yaptığı düzeltmeler sizin kırmızıyı her zaman tehlikeyle ilişkilendirmenize neden olacaktır. Zehirli meyvelerin de çoğunlukla kırmızı olması bu algıyı daha da güçlendirir. Mavi ise denizi seyre dalmakla ya da uçsuz bucaksız gökyüzüne bakmakla ilişkilendirildiği için daha sakin bir durumu çağrıştırır.
Çok çalışmaktan yorulanlara tavsiyeler
Fazla çalışmaktan bütün enerjinizin tükendiğini, mutsuz olduğunuzu mu hissediyorsunuz? Bu duygular işyerlerinde o kadar yaygın hale geldi ki insanlar artık normal hislerin ne olduğunu hatırlamaz oldu.
İşler artık daha hızlı yürüyor olsa da kontrolü yeniden ele geçirmenizi ve kendinizi daha az kuşatılmış altında hissetmenizi sağlayacak yöntemler var. Bunları profesyonel, meslek sahibi insanların üye olduğu LinkedIn sosyal iletişim ağındaki etki sahibi kişilere sorduk.
Koçluk ve liderlik konusunda uzman Scott Eblin bu konuda şu tavsiyelerde bulunuyor:
Anın baskısını fark edip üstesinden gelmek. Sadece o anı yaşayan insanlar geleceğe bakıp plan yaparak hedeflerinin peşinden koşamaz.
‘Gerçekten de gerekli mi?’ sorusunu sormak. Düzenli yaptığınız işlerle ilgili alışkanlıklarınızı gözden geçirin. O toplantıyı yapmak, o raporu yazmak, o e-postaya cevap vermek vs. gerçekten gerekiyor mu? Bazen bunlar alışkanlığa dönüştüğü için yapılır. ‘Yapsam iyi olur’ türünden işleri mümkün olduğunca elemek gerekir. Bunlardan kurtulunca edinilen zaman daha verimli bir şekilde daha önemli işlerde kullanılabilir.
En önemli işlere öncelik vermek. O ayki, o haftaki, o günkü en önemli işleri belirleyerek onları önce yapmaya çalışın. Hem işiniz hem hayatınız açısından daha önemli işler dururken daha az önemliler üzerinde zaman kaybetmemek gerekir.
Kendinize bilinçsiz düşünme zamanı tanıyın. Karmaşık sorunlarla ilgili en iyi kararları vermek buna bağlıdır. Araştırmalar, önemli kararlar alırken verileri ve olguları inceleyip ardından kısa süreliğine yürüyüşe çıkmak, egzersiz yapmak, kontrolün beyinden çıkıp bedene geçmesini sağlayacak bir işle uğraşmak gibi başka bir konuda yoğunlaştıktan sonra asıl konuya dönmenin yaratıcılıkta etkili olduğunu gösteriyor.
Sınır koyun. Kimse 7/24 çalışmamalı. İşinizi bitirmek, ailenizle zaman geçirmek, telefonlara cevap vermemek gereken kesin zamanlar belirleyin ve bunların çevrenizde de bilinmesini sağlayın. Siz kendi zamanınıza değer vermezseniz başkaları hiç vermeyecektir.
Neden esneriz?
Esnemek 2000 yıldır bilim insanlarının kafasını kurcalayan bir mesele. Bu konudaki yeni bir teori, tartışmalara son verebilecek mi?
Yorgunluk, sıkılma ya da bir başkasını esnerken görmek esneme nedenleri arasında sayılıyor. Peki, esneme vücudumuzda nasıl bir işlev görüyor?
Bu konudaki araştırmalarıyla bilinen Maryland Üniversitesi’nden psikolog Robert Provine 1980’lerde çalışmalarına ilk başladığında esnemeyi “hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz en yaygın insan davranışı” olarak tarif ediyordu. Aradan geçen 30 yılda belki bir yanıta daha çok yaklaştık; ama uzmanlar arasındaki görüş ayrılığı devam ediyor.
Esnemeyle ilgili ilk araştırmayı 2500 yıl önce Yunan doktor Hipokrat yapmış ve esnemenin özellikle ateşli bir hastalık sırasında vücuttaki kötü havayı temizlemeye yardımcı olduğu sonucuna varmıştı. Bu görüş 19. yüzyıla kadar hakimiyetini korudu. Bu yüzyılda artık bilim insanları esnemenin nefes almaya yardımcı olduğu, vücuttan karbondioksitin atılıp kana daha çok oksijen girmesini sağladığına inanıyordu. Provine ise gönüllü deneklerine çeşitli gaz karışımları soluttuğunda bir değişiklik görmedi.
Birçok teori daha çok esnemenin ilginç olan bulaşıcı özelliği üzerinde duruyordu. Provine, “Karşılarında biri esnediğinde insanların yüzde 50’sinin de esneyerek karşılık verdiğini” belirtiyor. “Öyle bulaşıcı ki birinin esnediğini görmek, duymak, hatta sadece bu konuda okumak bile esneme eylemini tetiklemeye yetiyor,” diyor.
Neden kendimizi gıdıklayamayız?
İnsan beyninin en büyük gizemlerinden birini ortaya çıkarmak için elimize bir tüy alıp ayak tabanlarımızı gıdıklayalım. Sonra da aynı işlemi bir başkasının yapmasını isteyelim. Şöyle bir soru çıkar ortaya: Birincide yüz ifademiz değişmezken, ikincisinde nasıl oluyor da hem zevk hem acı veren bir duyguyla kaskatı kesiliyoruz?
Bir zamanlar çocuklukta sorulan bu soru bugün nörologların da gündeminde. Avustralya’daki Monash Üniversitesi’nden George Van Doorn bu durumun “bilinç ve öz ayrımsama gibi daha büyük sorulara kapıları araladığını” söylüyor. Bu nedenle beynin bariyerlerini aşarak insanların laboratuvar ortamında kendi kendilerini gıdıklamalarını sağlamak için biraz da aşırıya kaçan deneylere girişiliyor.
Bilim insanlarının bu konuya ilgisini anlamak için şunu düşünmek gerekiyor: Vücudumuz her hareket ettiğinde farklı duyumlara kapılıp kafamız karışsaydı, sağa sola yönelseydik ne olurdu? Ya da yürürken elimiz bacağımıza her çarptığında biri bize saldırıyormuş sansaydık?
İnsanların güvenini nasıl kazanabilirsiniz?
Güven sağlama konusunda en önemli şeylerden biri şeffaflıktır. Bu kelime çok sık kullanıldığı için biraz anlam yitimine de uğramıştır aslında. Elbette herkes güvenilmek ister. Şirketler kendilerine güvenmenizi ister. İş arkadaşları da birbirine güvenmek ve güvenilmek ister.
Birçok açıdan güven, toplumu bir arada tutan tutkaldır; onun sayesinde birbirimizle ilişkilerimiz daha sorunsuz olur. İnternet üzerinden alım-satım işlemleri yaparız; güven üzerine kuruludur bu ilişki. Yine internet üzerinden organize edilen taşıt paylaşım işlerine, ya da Airbnb gibi kurumlar yoluyla evlerimizin bir odasında yabancıların kalmasına izin veririz. Kişisel bilgilerimizi şirketlere sunar ve onları saklayacakları konusunda güven duyarız. Çalışma arkadaşlarımızın görevlerini en iyi şekilde yapacaklarına inanırız.
Kısacası, birbirimizle ilişkilerimiz asgari güven üzerine kuruludur. Bu güven ise iyi niyet üzerine değil, insanların eylemleri ve gösterdikleri çaba üzerine inşa edilir.
Bireylerde olduğu gibi şirketler açısından da güven vermek büyük önem taşır. En tepeden en alt kademelere kadar, sadece sözle değil, eylemle de bu güvenilirliğin gösterilmesi gerekir.
İnternet beynimizi nasıl etkiliyor?
Modern dünyanın yaşamımıza soktuğu yeni kaygılar var. Artık sadece ruh sağlığımızı ya da kilomuzu düşünmek yetmiyor, beyin sağlığımızı da düşünmek gerekiyor. En azından gazete başlıkları böyle diyor. Mesajlaşma beynimizdeki dikkat merkezlerini yıpratıyor mu? Facebook, Twitter ve diğer sosyal medya araçları bizi normal insan ilişkilerinden uzaklaştırıyor mu? E-posta kullanımının da kokain gibi bağımlılık yapıcı kimyasallar sağladığı doğru mu?
Bu tür kaygıların artmasından yararlanan bir kesim de var. Kitapçı rafları artık beyin eğitici kitaplar ve oyunlarla da dolu. Bunların hepsi de size beynin algı gücünün bir kas gibi eğitilebileceğini vaat ediyor.
Peki doğru mu bu iddialar? Sudoku bulmacaları insan türünün, dikkat eksikliği çeken, sosyal olarak fonksiyonunu yitirmiş, e-posta bağımlısı yarı insan-yarı akıllı telefona dönüşmesini önleyecek tek şey mi?
Bu konudaki iyi haberleri vermeden önce kötü haberden başlamak en iyisi olacak.
İyi konuşmanın sırrı nedir?
Taylor Mali, 2000 yılında Chicago’daki bir şiir yarışmasında bir gecede ismini duyurdu. New York City’de bir ortaokulda öğretmenlik yapan Mali, konuşmasında bir avukatın öğretmenlere yönelik aşağılamasına nasıl cevap verdiğinden söz ediyordu.
Avukat “Elinden bir iş gelenler o işi yapıyor, hiçbir becerisi olmayanlar ise öğretmen oluyor” diyerek Mali’ye “Peki sen ne kazandın?” diye sormuştu.
Mali bu soruya cevabını bir şiirle dile getirmiş. “Ben ne kazandım biliyor musun? Çocuklara sandıklarından çok daha iyisini yapabileceklerini öğrettim. Not olarak bazen 60’ı madalya gibi, 90’ı ise yüze vurulmuş bir tokat gibi hissetmelerini sağladım.”
Müdürler açısından, personel toplantılarında PowerPoint slaytlarıyla yapılan sunumlar işlerinin bir parçası gibi görülüyor. Fakat kitleye yönelik konuşmalarda nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair eğitimi veren işyeri sayısı çok az. Harvard İşletme Okulu’ndan Jill Avery bu nedenle kuru, analitik bir konuşma tarzının geliştiğini söylüyor.
İyi bir konuşma için:
- Sadece kendi söylemek istediklerinize değil, dinleyicilerin duymak istediği şeyler üzerinde yoğunlaşın.
- Konuşmanızın bir iskeleti, giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olsun.
- Söylediklerinize herhangi bir katkısı olmadıkça slayt ve diğer görsellerden kaçının.
- Beynimizin yarısıyla yaşayabilir miyiz?
Beyninin bir kısmı olmadığı halde normal yaşamını sürdüren uç örnekler var. Tom Stafford bunun nasıl mümkün olabildiğini açıklıyor.
Beynimizin ne kadarına gerçekten ihtiyaç duyuyoruz? Beyninin bir kısmı olmayan ya da hasara uğramış olan insanlarla ilgili haberler son zamanlarda medyada birkaç kez yer aldı. Bu vakalar beynin nasıl çalıştığını tam olarak anlamadığımız gibi onu yanlış ele alıyor olabileceğimizi de gösteriyor.
Birkaç ay önce, bir kadının beyninin arka kısmındaki beyincik bölgesinin olmadığına dair bir haber çıktı. Yani bu kısım hasar görmüş değildi, hiç yoktu. Bazı tahminlere göre toplam beyin hücrelerimizin yarısı beyincikte bulunuyor. Ama 24 yaşındaki bu kadın normal bir yaşam sürüyordu. Eğitimini tamamlamış, evlenmiş ve normal bir hamileliğin ardından bir çocuk sahibi olmuştu.
Ama bu durumun kadın üzerinde tümüyle etkisi yok denemezdi. Ömrü boyunca tereddütlü, hantal hareket etmişti. Ama asıl şaşırtıcı olanı, beyninin bir kısmı olmayıp da hareket edebilmesiydi. Beyincik beynin öylesine temel bir bölgesidir ki ilk omurgalı canlılarda ortaya çıkmıştır. Dinozorların hayatta olduğu dönemde bile köpekbalıklarının beyincikleri gelişmiş durumdaydı.